Bilgi, deneyim, uzmanlık, sosyal medya kanallarındaki fikir liderlikleriyle etki yaratan ve sadece Speaker Agency tarafından temsil edilen konuşmacı portföyüdür.
Sosyal medyada etki alanı yüksek ve kendi alanında fikir lideri konuşmacılar ile markaları dijital proje iş birlikleri ve marka elçilikleri kapsamında bir araya getirerek markaların iş sonuçlarına katkı sağlayan projeler geliştiriyoruz.
Deprem olağan bir olay değildir. Yani bizim anormal olarak nitelendirdiğimiz bir olaydır. Doğal olduğu doğrudur ama bir olayın doğal olması ile olağan olması farklıdır.
EbeveynlikPsikoloji
Yayınlanma Tarihi: 16 Şubat 2023
Güncelleme Tarihi: 02 Mart 2024
Yazan: Prof. Dr. Ayşe Bilge Selçuk
Bağlantı kopyalandı
Olağan, ‘sıklıkla karşımıza çıkabilen’ anlamını taşır. Bu bakımdan deprem olağandışı, hatta olağanüstü bir olaydır. Ve araştırmalar, derecesi benzer olmak üzere, bizi psikolojik olarak en kuvvetli etkileyen doğal afetlerin başında depremin geldiğini göstermektedir.
Deprem döneminde çocukların hissettiği yüksek kaygı ve korku ise aslında yaşadıkları olağanüstü bir duruma verdikleri olağan tepkilerdir. Biz bu tepkileri anormal bir duruma verilen normal tepkiler olarak da isimlendiririz.
Bir deprem yaşandığında çocuğun korku ve kaygı hissediyor olması doğaldır. Korku ve kaygı, kendimizi korumamızı sağlayacak hareketleri motive eden, sağlıklı ve işlevsel duygulardır. Depremde korku seviyesi çok artabilir, buna travmaya bağlı psikolojik belirtiler eşlik edebilir. Bunlar olağan olarak gördüğümüz tepkilerdir ve bir süre sonra hafiflemelerini, azalmalarını bekleriz.
Bir yerde meydana gelen depremin süresi ve şiddeti aynı olsa da herkes bu depremin yıkıcı etkilerini farklı şekilde yaşar. Deprem sırasında gece mi gündüz mü olduğu, çocuğun evde ailesiyle mi birlikte, dışarıda mı olduğu, bu esnada kiminle beraber olduğu, deprem sırasında çocuğun olduğu yerin ne kadar sarsıldığı, çocuğun depremden ne kadar etkilendiğini farklılaştıran unsurlardır.
Bunun yanı sıra, çocuğun kendisine ait özellikler de depremden ne kadar etkilendiğini şekillendirmede kuvvetli role sahiptir. Bu özelliklerin başında mizaç gelir. Tüm çocuklar kişiliklerinin temelini oluşturacak bazı biyolojik yatkınlıklarla dünyaya gelirler. Bu yatkınlıklara “mizaç özellikleri” diyoruz. Çocukların bir kısmı diğerlerine göre daha korkulu bir mizaca sahiptir.
Korkulu mizaca sahip çocukların depremi çok daha kuvvetli yaşamaları, daha fazla etkilenmeleri ve bu kaygı belirtilerinin daha uzun sürmesi bekleyeceğimiz, olağan karşılayacağımız bir durumdur.
Çocuklar depremden nasıl etkilendiler? Psikolojik sağlıkları nasıl etkilendi sorusuna cevap verirken, bireysel farklılıkların çokça etkili olabileceğini tekrar vurgulayalım. Her insan farklıdır ve her insanın benzer olayları yaşama şekli farklıdır. Kişilik kuramcısı Goldon Allport’un şu sözü bunu çok güzel anlatır: “Tereyağını eriten ateş, yumurtayı katılaştırır.” Ateş aynı ateştir ama karşıdaki kişinin ya da karşıdaki maddenin doğası o ateşten nasıl ve ne kadar etkileneceğini belirler. Dolayısıyla kişiden kişiye ve/veya çocuktan çocuğa değişen çok farklı senaryolar, çok farklı durumlar olduğunu söyleyebiliriz.
‘Travma sonrası stres belirtileri’ olarak sınıflandırdığımız psikolojik belirtilerin herkeste aynı zamanda ortaya çıkmadığını, aynı şekilde yaşanmadığını (herkes her belirtiyi göstermiyor) ve aynı zamanda sona ermediğini de belirtmeliyim. Bazı çocuklar deprem sonrasında hiçbir tepki vermiyor olabilirler, depremle ilgili korku hissetmediklerini, depremden çok etkilemediklerini söyleyip olağan yaşamlarına devam ediyor olabilirler. Bu gerçekten de böyle olabilir ve mizacı gereği daha korkusuz olan çocuklar bu gibi durumlardan daha az etkilenebilirler. Fakat öte taraftan hiç etkilenmediğini söyleyen, hatta depremin ardından çok enerjik olan çocuklar ilerleyen günlerde ya da haftalarda daha farklı davranmaya, bazı psikolojik zorlanmalar göstermeye başlayabilirler.
Kaygı belirtileri ya da kaygı ile ilişkili olduğunu bildiğimiz öfkeli tepkiler ilerleyen haftalarda da ortaya çıkabilir. Bunlar aradan birkaç hafta geçtikten sonra ortaya çıktığında anne-babalar bu öfkeli tepkileri ya da kaygılı, korkulu davranışları depremle ilişkilendirmekte güçlük çekebiliyorlar; durumun yaşanan depremle bağlantılı olduğunu algılayamayabiliyorlar. Halbuki, depremin etkileri bazen haftalar, hatta bazen de aylar sonra dahi ortaya çıkabilir. Bunu bilmemiz ve bu ilişkilendirmeyi yapabilmemiz, çocuğu doğru anlamamız ve ona yardımcı olabilmemiz bakımından önemli.
Yukarıda da belirttiğim gibi, depremin ardından çocuklarda görülen kaygı ve korku olağan bir duygusal tepki, beklenilecek doğal bir tepki. Bazı çocuklar bunu daha yüksek düzeyde, daha şiddetli yaşayabilir, bazıları ise daha hafif yaşayabilir. Bazı çocuklarda bu belirtiler ileriki günlerde ya da haftalarda hafifleyerek seyredebilir ve hatta bitebilir; ama bazı çocuklarda bunun hafifleyerek aylarca sürmesi de mümkün olabilir. Peki çocuklarımızın kaygılı olduğunu, korkulu olduğunu nasıl anlarız?
Birincisi, çocuğun tepkilerinde, fiziksel olarak yüz ve sözel ifadelerinde, davranışlarında kaygı açıkça görülür. Fiziksel belirtileri, elinin terlemesi, vücudunun, sesinin titremesi, çok korktuğunu söylemesi olarak düşünebiliriz. Bu belirtilerin yanı sıra kaygı kendini farklı şekillerde de ortaya koyar. Psikolojik sağlığımız ve fiziksel sağlığımız birbiri ile bağlantılıdır. Psikolojik sağlığımız olumsuz etkilendiğinde, bu vücudumuzda da kendini belli şekillerde ortaya koyar. Örneğin; kaygının ilk etkilediği sistemlerden biri sindirim sistemidir. Karın ağrısı, mide bulantısı, midede yanma, sindirim sisteminin belirgin şekilde yavaşlaması ya da belirgin şekilde hızlanması, hissettiğimiz yüksek kaygının sindirim sistemimize bazı etkileridir.
Kaygının bir başka kendini belli etme şekli ise bizim ‘regresyon’ dediğimiz davranışlardır. Regresyon psikolojide teknik bir terimdir ve geriye gitmeyi ifade eder. Geriye dönme, erken gelişimsel dönemlere ait özellikleri göstermek anlamına gelir. Örneğin, çocukluktan önceki gelişimsel dönemin bebeklik olduğunu düşünürsek, çok korkan, depremden çok etkilenen, korkan ve çok kaygı hisseden çocukların bebeklik dönemine ait özellikleri göstermeye başladıklarını görebiliriz.
Nedir bebeklik dönemine ait özellikler? Örneğin sıkça ağlama, bazı şeyleri ağlayarak ya da mızmızlanarak ifade etme, alta kaçırma yani tuvalet eğitimini çoktan tamamlamış çocuklarda dahi yatak ıslatma. Bunların yanı sıra, anne-babayla beraber uyuma isteği, ayrılma kaygısı, anneden ayrılmama, hep beraber olma isteği, ebeveyn başka bir odaya gittiği ya da evden dışarı çıktığı zaman korkma ya da şiddetli kaygı. Bunların tamamının önceki gelişimsel döneme, yani bebekliğe ait özellikler olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle de ayrılma kaygısında artış bekleyebiliriz.
Bunlara ek olarak, bu dönemde çocukların uyku düzenlerinde de değişiklikler görebiliriz. Uykuya dalmada güçlük çekme, uykuya daldıktan sonra gece sıkça uyanma, anneyi babayı yanında isteme yine bekleyebileceğimiz bazı durumlardan birkaçı.
Değişim görebileceğimiz bir başka alan ise beslenme. Çocuğun iştahının azalması veya çok artması, bir şey yemek istememesi ya da çok yemek yemek istemesi. Bunların da çoğu yine kaygıya bağlı olarak görebileceğimiz değişimlerdir. Yemekteki belirgin artış, bir kendini yatıştırma davranışı olarak ortaya çıkabilir. Çocuğu rahatlatan aktivitelerde, bilgisayar oyunu oynamada çok artış olması da benzer şekilde kaygı ile baş etme davranışıdır. Bir miktar izin verilebilir ama sınır konulmazsa bağımlılığa gidebilecek bir kaygı durumunda rahatlama stratejisinin, bir alışkanlığın başlangıcı da olabilir.
Kaygı doğal, çocuğun çok korkuyor olması doğal, dedik. Ve bu belirtiler, birkaç hafta içinde azalabilir, bazen birkaç aya da yayılabilir. Bunların hepsini olağan karşılamak gerekir, dedik. Burada iki konu gündeme geliyor. İlki: Hangi düzeyde yaşanırsa yaşansın bunları doğal kabul etmeli ve bir uzmandan destek almadan beklemeliyiz? Bu konuda üç kriterden söz etmek isterim. Bunlardan ilki bu yaşanılan kaygının şiddeti, ikincisi sıklığı ve üçüncüsü süresi.
Örneğin; karnı ağrısı, midesi bulantısından söz ettik. Bu belirtiler 5 dakika mı sürüyor, 50 dakika mı? Şiddeti ne kadar ve bu durum bir gün içerisinde ya da bir hafta içerisinde ne kadar oluyor? Bu, demin sözünü ettiğim tüm davranışlar veya psikolojik belirtiler için geçerli: şiddet, sıklık ve süre. Anne-babalar karar verirken bu üç kritere dikkat edebilirler.
Burada şu önemlidir: Elbette ki çocuk çok şiddetli bir kaygı ya da korku yaşıyorsa çocuk ve anne-baba gerekli desteği verdiği, rahatlatıcı ve güven verici davranışları gösterdiği halde çocuk hiçbir şekilde rahatlamıyor, yatışmıyor ise o zaman beklemeden bir uzmandan destek alınması yararlı olur.
Gerekli destek verildiğinde çocuklar yaşadıkları güçlüklerle baş edebilir hale geliyor, kaygılarını yatıştırabiliyorlar. Peki bu söylediğim şu anlama mı geliyor? Koşullar ne olursa olsun, anne-baba her ne yaparsa yapsın ya da aile ortamı, yaşanan ortam ne kadar olumsuz olursa olsun çocukta bu kaygı azalacaktır. Elbette bu anlama gelmiyor. Anne babaların bu gibi dönemlerde nasıl davrandıkları büyük önem taşıyor.
Yaşanan bu olağan dışı durumun, deprem travmasının çocukların yaşadığı kaygıyı ya da korkuyu azaltması için anne-babaların dikkat etmeleri gereken bazı noktalar var:
Bunların ilki, çocuğun gösterdiği kaygıya ya da korkuya ve bununla bağlı olarak değişen duygusal ihtiyaçlarına cevap vermek; öncelikle bunları anlamak. Dolayısıyla çocuğumuza bakmak ve ne yaşıyor olabileceğini anlamak, anlamak için gayret göstermek, ne yaptığımız zaman ona iyi geliyor bunu gözlemlemek önemli. Bunlara ek olarak, bu davranışları sabırla sürdürmek çok önemli.
Peki çocuğumuza ne iyi geliyor olabilir? Burada karşımıza yine mizaç çıkıyor. Çocukların mizaç özellikleri bakımından birbirlerinden ayrıştıklarını, her birinin ayrı bir mizaç yapısına sahip olduğunu ve duygusal ihtiyaçlarının da buna göre değiştiğini söylemem gerekir.
Anne-babaların çocukları güvende hissettirmeleri bu dönemdeki en temel prensip. Çocuğun depremle beraber sarsılan güven hissinin anne baba tarafından desteklenmesi kritik. Örneğin; çocuğun anne-babanın yanında yatması uygun mu? Anne-baba bunu desteklemeli mi, buna izin vermeli mi? Deprem gibi psikolojik olarak da sarsıcı bir yaşantıdan sonra, evet, anne-baba çocuğun bu ihtiyacına olumlu cevap verebilir, bir süre beraber uyunabilir. Bu, çocuğun kendini daha güvende hissetmesini, yatışmasını sağlayacaktır. Bir süre sonra, yaşayan travmanın büyüklüğüne ve çocuğun genel psikolojik durumuna bağlı olarak, belki birkaç hafta içerisinde, çocuk yine kendi odasında uyumaya teşvik edilebilir. Eski düzene dönmek, kendi başına uyuyabildiğini görmek de çocuğun güven hissini destekleyecektir.
Mizacın yanı sıra, çocuğun geçmişte yaşadığı psikolojik olarak zorlayıcı başka bir deneyim varsa, bu da depremden daha kuvvetli etkilenmesine zemin hazırlar. Psikolojik olarak zorlayıcı derken ne kastediyorum? Örneğin, kronik hastalık, geçmişte ameliyat geçirmiş, büyük bir kaza geçirmiş olmak, bir yakınını beklenmedik şekilde kaybetmek, hatta kronik ve ciddi bir hastalığa sahip ebeveyn veya kardeşi olması vb. Kişisel tarihçesinde bu gibi deneyimler olan çocuklar depremden daha kuvvetli şekilde etkilenebilirler. Anne-babaların bunu da akıllarında tutarak davranmaları önemli.
Bu sözünü ettiğim hayat olayları, sağlık sorunları dahil, çocukların mizaç özelliklerini etkileme potansiyeline sahiptir. Bu çocuklar mizaç olarak da daha korkulu olabilirler ve dolayısıyla depremden de daha kuvvetli etkilenebilirler.
Anne babalar çocukların bu dönemde neye ihtiyaçları olduğunu anlamaya çalışırken çocuklarını diğer çocuklarla karşılaştırmamalı. Kendi çocuklarının ne yaşıyor olduğunu anlamaya odaklanmaları önemli.
Çocukta güven hissinin desteklenmesinin çok önemli olduğunu söyledik. Güven hissinin desteklenmesinde üç önemli unsur var. Bunlar fiziksel, duygusal ve sosyal temas. Örneklerle açıklamak gerekirse:
Psikolojik araştırmaların tutarlı olarak ortaya koyduğu bir bilgidir: Saçını, sırtını okşanmak, elini tutmak gibi fiziksel temaslar çocuğun yaşadığı stresi, kaygıyı hafifletiyor. Deprem sonrası dönemde çocukla fiziksel teması artırmak bu bakımdan önemli. Biraz önce sözünü ettiğim, beraber uyuma isteği, ayrıyken çocuğun kaygısının çok artması, beraber olunduğu zaman bu kaygının hafiflemesi de yine fiziksel temasın önemiyle ilişkili. Tekrar belirtmek isterim, depremi takip eden haftalarda çocuğun bu isteğine anne-babanın olumlu cevap vermesi yararlı olur.
Duygusal temas için ise, çocuğun sevdiği insanlarla beraber daha çok zaman geçirmesi, özellikle depremden etkilenmiş olabileceğini düşündüğü yakınlarının, sevdiklerinin hayatta ve sağlıklı olduklarını bilmesi, mümkünse telefonla görüntülü konuşma yapılarak bu konuda zihnindeki belirsizliğin ortadan kaldırılması ve kaygının hafifletilmesi önemli.
Sosyal teması bakımındansa; son yıllarda yapılan araştırmalar çocukların yalnızlık hislerinde büyük artış olduğunu gösteriyor. Aynı kişileri yıllar içerisinde takip eden bilimsel araştırmalara biz psikolojide boylamsal araştırmalar diyoruz. Boylamsal araştırmalar, son yedi yılda, teknolojik ilerleme ve akıllı telefonların hayatlarımıza girmesiyle beraber, çocukların yalnızlık hislerinde düzenli bir artma olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla anne babalar çocuklarıyla sadece aynı odada olmakla yetinmemeliler. Özellikle depremden sonra çocuklarıyla gerçek bir bağ kurma gayreti içerisinde olmalılar. Gerçek yakınlık, çocuğun iç dünyasını paylaşmakla olur.
Peki çocukla gerçek bir bağ kurmak, çocuğun iç dünyasını paylaşmak ne demek? Çocukla sohbet etmek, onun deprem sırasında ne yaşadığını anlamaya çalışmak, depremle ilgili konuşmak istiyorsa çocuğun anlattıklarını dinlemek, çocuğa soru sormak ve duygularını ifade etmesi için alan tanımak ama zorlamamak birkaç yol. Çocuğun sözel ya da vücut diliyle verdiği işaretlere dikkat etmek ve bunlarla uyumlu bir tutum içerisinde olmak önemli.
Çocuklarımızla sohbetlerimizde yaşadığımız deprem üzerine konuşmak (deprem sırasında ne yaşadık, deprem sonrasında ne yaşıyoruz, ne hissediyoruz, korku, endişe, üzüntü, öfke ya da depremle ilgili düşünceler) bunları açıklıkla ama kontrollü bir şekilde paylaşmak önemli. Bu paylaşım sırasında duygularımızı bastırmamıza gerek yok, üzüntümüzü, korkumuzu, yaşadığımız şaşkınlığı belli edebiliriz, öyle hissediyorsak ağlayabiliriz, çocuğumuzun göz yaşımızı görmesi sakıncalı değil. Bu, çocuğumuza hissettiklerinde yalnız olmadığı, kendisinin de duygularını paylaşabileceği, içinden geliyorsa ağlayabileceği bilgisini verir. Buradaki kritik nokta, duygularımızın seline kapılmamak, yani kendimizi kaybederek ağlamamak, bağırmamak. Bunlar çocuğu korkutur ve kendini daha da güvencesiz hissetmesine yol açar. Bunu yapmakta zorlanıyorsak çocuğumuza diğer ebeveynin veya çocuğun tanıdığı, güvendiği, sevdiği diğer yakınlarımızın eşlik etmesini isteyebiliriz. İyileşme dönemlerinde sosyal destek istemekten çekinmemek gerekir.
Hem duygu gösterimi hem de duygu kontrolünün öneminin altını tekrar çizmek isterim. Anne babaların, yetişkinlerin duygularını düzenleyebiliyor olmaları çocukların da yaşadıkları kaygıyla, korkuyla daha iyi baş edebilmelerini sağlar. Peki bu şu anlama mı geliyor anne babalar korkularını gizlemeliler, yaşadıkları kaygıyı ya da üzüntüyü, acıyı saklamalılar? Hayır. Çocuk, yaşadığı hislerin ne kadar yaşanabilir olduğuna, ne kadar ifade edilebilir olduğuna karar verirken dönüp anne babaya da bakar ve anne baba eğer hiç kaygı ya da korku hissetmiyorsa ya da bundan hiç söz etmiyorsa bu duygularını tamamen bastırıyorsa o zaman bu, çocuğun yaşadığı duyguların gerçekliğini de sorgulanmasına sebep olur. Dolayısıyla, anne babanın yaşadıklarını ifade ediyor olması ve bu konuda konuşmaya istekli olması, duygularını bastırmıyor olması da çok önemli.
Duyguları bastırmak en başta yukarıda sözünü ettiğim, psikosomatik belirtiler dediğimiz kaygının sebep olduğu sindirim sistemi problemlerine sebebiyet verebilir. Bu, çocuğun veya yetişkinin duygularını hemen belli etmesi gerektiği anlamına kesinlikle gelmiyor. Çocuk buna zorlanmamalı. Ama burada belirgin bir direnç varsa, ebeveyn çocuğu yavaş yavaş, ufak ufak cesaretlendirebilir. Duyguları uzun vadede baskılayarak günlük hayata devam etmek sadece sindirim sistemi değil, genel olarak bağışıklık sistemini olumsuz etkileme potansiyeline sahip. Bu yüzden duygu ifadesi bizim bu dönemde önem verdiğimiz konulardan biri.
Özellikle küçük çocuklarda duyguyu ifade etmenin, hatta ne yaşıyor olduğunu anlamlandırmasının çok zor olduğunu biliyoruz. Bu sebeple, deprem gibi travmatik olayları izleyen dönemde çocukla oyun oynamak önemlidir. Çocuğun özellikle anne babayla ya da yakın olduğu, güvendiği biriyle beraber oynaması ifade etmekte güçlük çektiği duyguları, düşünceleri ortaya çıkarmada, kaygısını, öfkesini azaltmada yardımcı olur, oyunun çocuklarda böyle bir önemli işlevi vardır. Özellikle çocuğun kendisini rahatlıkla ifade edebileceği yapılandırılmamış oyunlar duygu ifadesi için elverişlidir.
Yapılandırılmamış oyun derken ne ifade ediyorum? Örneğin evcilik gibi. Oyuncaklar var ama oyunun önceden belirlenmiş kuralları yok. Çocuk oyunu istediği gibi düzenleyebilir insanları konuşturabilir, hayvanları konuşturabilir, eşyaları konuşturabilir. Bu tür oyunlarda, yani yapılandırılmamış oyunlarda, deprem teması ya da kaybetme, ölüm teması gibi çocuğun kaygısının altında yatan temel temalar, ana konular neyse bunların ortaya çıktığını görebiliriz. Bunların çocuğun yaşıyor olduğu endişeleri hafiflemede önemli işlev görür.
Deprem sonrasında çocuklarımızdaki kaygı ve korkuyu artırabilecek faktörlerden biri de maruz kaldıkları bilgiler olabilir. Bunlar, televizyonda gördükleri görüntüler, dinledikleri haberler ya da anne babaların konuşmalarının içerdiği korkutucu, kaygı verici ya da çocuğun anlamakta güçlük çektiği bilgiler olabilir.
Televizyonun kaygıya etkisinden söz etmem gerekirse; (bu çoğu zaman anne babanın pek farkında olmadığı bir konu) deprem gibi büyük, çok sarsıcı, endişe verici, etkileri devam eden büyük bir olay yaşandığı zaman anne babalar, yetişkinler haberleri yakın takibe alıyor, televizyonda depremle ilgili haberler, enkaz görüntüleri, enkazdan sağ ya da ölü çıkartılan insanlar, anne babasını kaybeden çocuklar, yıkılan evler, hatta depremin yaşandığı ana dair kamera görüntüleri sık sık, çoğu zaman fonda müzik ve efektlerle verilebiliyor.
Öncelikle depremin yaşandığı ana dair kamera görüntülerinden söz edeyim. Soyut düşünce becerisi küçük çocuklarda henüz tam olgunlaşmadığı için, deprem anına dair görüntüleri çocuklar depremin hala devam ediyor olduğu şeklinde algılayabilirler. Yani ekranda o an yayınlanan deprem görüntülerinin hala o anda başka bir yerde, başka bir şehirde ya da aynı şehrin başka bir semtinde devam etmekte olduğunu düşünebilirler. Bu nedenle televizyon, çocukların kaygısını, korkusunu ciddi şekilde artırıcı bir etki yaratabilir, deprem sırasında yaşananları tetikleyebilir.
Enkaz, enkaz altında kalanların kurtarılma görüntüleri, eğri duran, yıkılmaması için tedbir alınan binalar, boşaltılan apartmanlar, deprem anında ya da sonrasında neler yaşandığına dair üzücü içerikleri olan haberleri çocukların izlemesi hem o güne dair yaşadıkları kaygıyı artırabilir hem de deprem sırasında yaşadıkları korkuyu tetikleyerek kendiliğinden hafiflemesini beklediğimiz kaygının canlı kalmasında rol oynayabilir. Bir anlamda iyileşme sürecini sekteye uğratabilir. Bu nedenle, çocukların depremle ilgili içeriklere maruz kalmaları sakıncalı, kaygı vb. duyguların hafiflemesini engelleyici olabiliyor.
Peki anne babalar, yetişkinler depremle ilgili haberleri takip etmesinler mi? Elbette ki hayır, etsinler. Yetişkinler olarak, her birimiz psikolojik sağlamlığımızın elverdiği kadarı ile, yaşanan felaketle ilgili gelişmeleri izlemek, teması korumak ve yaraların fiziksel ve sosyal olarak sarılması için üzerimize düşen görevleri yerine getirmeliyiz.
Deprem gibi afetler kuvvetli bir sosyal dayanışma gerektiriyor. Bu dönemler, hepimizin birbirimizden haberdar olmamız, birbirimizle dayanışma halinde olmamız gereken durumlar. Dolayısıyla anne babaların ve yetişkinlerin elbette ki depremle ilgili gelişmeleri takip ediyor olmaları önemli, gerekli ve yetişkin sorumluluğunun bir parçası. Bu nedenle haberler çocuklar uyuduktan sonra izlenebilir veya haberleri sosyal medyadan takip etmek de mümkün olabilir. Haberlerin sosyal medyadan takip edilmesi durumunda çocuk ne işitsel ne de görsel olarak travmatik etki yapabilecek haberlere maruz kalmayacaktır. Bu nedenle çocuğun göremeyeceği kaynaklardan haberleri izlemeyi tercih edebiliriz.
Çocuklarda kaygıyı arttıran ama ebeveynlerin belki çok da farkında olmadığı durumlardan bir diğeri ise yetişkinlerin aralarında yaptıkları konuşmalar. Biz buna kulak misafiri olunan konuşmalar diyoruz. Yani anne babaların kendi aralarındaki konuşmalar ya da yakınlarıyla, arkadaşlarıyla telefonda yaptıkları konuşmalar, yanlarında çocuk varken bazen çok kaygı verici hatta korkutucu olabiliyor. Örneğin; bir yakının ölümü, çocuğun tanımadığı kişilerin ağır yaralanmış veya hayatını kaybetmiş olması, enkaz kaldırma çalışmaları veya yıkılar evlerle ilgili konuşmalar çocuğun endişelerini artırabilir.
Böyle zamanlarda çocukların kendilerinden ziyade annelerini babalarını kaybetmeye dair yaşadıkları korkunun arttığını, bunlar bazen uykuda kabuslarında ortaya çıktığını, evlerini kaybetmek veya sevdikleri insanları kaybetmeye yönelik kabuslar görebildiklerini biliyoruz.
Peki çocuklarımız ne zaman normal rutinlerine dönmeli, ne zaman okula devam etmeye başlamalı ya da korkuyor ve anne babadan ayrılmak istemiyorlarsa anne baba ne zaman işe dönmeli?
Burada şunu tekrar vurgulamak isterim; her çocuk birbirinden farklı ve her çocuğun mizacı da farklı. Bir diğer deyişle; her birinin genetik yapıları farklı, önceki çocukluk ve bebeklik dönemindeki yaşantıları birbirinden tamamen farklı. Dolayısıyla anne babaların çocukları o korktukları konularda desteklemesi, kaygı duyulan her ne ise, o şeyi bebek adımlarıyla yavaş yavaş yapması konusunda cesaretlendirmesi önemli.
Bu dönemde ebeveynler çocukların korkularını geçersiz hissettiren tutumlardan da kaçınmalı. Örneğin; “bebek gibi ağlama”, erkek çocuklar için “kız gibi ağlama” ya da çocukları birbirleriyle karşılaştırarak “bak kardeşin böyle yapmıyor”, “arkadaşın böyle yapıyor” şeklinde diğer çocukları örnek gösterecek ifadeleri kullanmak sakıncalı. Bu gibi konuşmalar, çocuğun yaşamakta olduğu kaygıyı baskılamasına, duygularından utanmasına sebep olabilir ve bu bastırılan kaygı da kendisini öfkeli tepkiler şeklinde ortaya koyabilir. Çocuklarda deprem sonrası gördüğümüz öfkeli davranışların önemli bir kısmı çocuğun korkularını, kaygılarını ifade edememesi, bastırarak baş etmeye çalışması sonucunda ortaya çıkar. Dolayısıyla çocukların duygu ifadelerine izin vermek ve bir yandan da korktukları şeyi (örneğin, anneden ayrılmak, okula gitmek, kendi başına uyumak) yapabilmeleri için onları küçük küçük desteklemek, cesaretlendirmek çok önemli.
Cesaretlendirmek çocuğu iteklemek veya yapmakta zorlandıkları şeyi bir anda yapmalarını beklemek anlamına gelmiyor elbette. Çocukları yapmak istedikleri şeye yaklaşan her adımda cesaretlendirmek, bebek adımlarıyla yapmakta güçlük çektikleri şeyi yapmalarını sağlamak ve bunun için bilgi vererek hazırlamak, fiziksel ve duygusal temasta bulunarak kaygıyı yatıştırmak gerekiyor.
Örneğin; anne babanın bir anda işe gitmesi değil de çocuğu önce evde on beş dakika, sonra yarım saat güvendiği başka biriyle beraber bırakması, yani ebeveynin yapmakta zorluk çektiği şey için çocuğa zaman tanıyarak, şefkatle ve duyarlılıkla destek olması önemli.
Böyle dönemlerde elbette çocuklar kadar anne babalar kendileri de birçok konuda güçlük çekiyor olabilirler. Yaşanan depremden onlar da etkileniyor; bu onlar için de çok zorlayıcı olabiliyor. Ve içinde oldukları ruh hali, çocuğa yönelik tutumlarını etkileyebiliyor. Daha öfkeli, hoşgörüsüz ve tahammülsüz olabiliyorlar.
Bunun derecesi önemli. Eğer anne babalar kendileri yaşanan durumla baş etmekte çok güçlük çekiyorsa yardım almaktan, yakınlarından destek istemekten çekinmemeliler. Bazen yetişkinler olarak kırılgan olduğumuzu kabul etmekte ve yardıma ihtiyaç duyduğumuzu göstermekte çekingen davranırız, bundan uzak dururuz. Fakat hepimiz kırılganız ve hepimizin zaman zaman yardıma, desteğe ihtiyacımız oluyor. Deprem gibi olağanüstü ve psikolojik olarak da sarsıcı bir olayda duygusal olarak zorlanmamız ve desteğe ihtiyaç duymamız kadar doğal bir şey yok.
Ancak şunu da belirtmek isterim; psikolojik iyileşme sadece zamanla, uzmanların önerileriyle, birbirimize destekle olmaz. Çevreyi psikolojik sağlık ve sağlamlık için ne kadar ideal hale getirirsek, iyileşmemiz o nebze kolaylaşıyor. O çevrenin önemli bir parçası medya ve sosyal medya. Depremi izleyen dönemde, anne babaların medya ve sosyal medyayı sadece haber almak için kullanmasında ve diğer zamanlarda çok sınırlı açmasında yarar var.
Yüksek stres, genetik yatkınlıkların ortaya çıkmasını elverişli hale getirir. Korunma sistemleri zayıflar veya devreye rahat giremez (bağışıklık, özdüzenleme becerisi gibi). Bazılarımız daha kırılganız, hepimizin etkilenme şekli farklı. Bunu lütfen akılda tutalım. İyileşme uzun vadeli, sürdürülebilir bir çabayla oluyor. Hepimizin her şeyi eş zamanlı yapması gerekmiyor; bunun için suçluluk duymayalım. Ama ilgiyi koruduğumuz sürece iyileşme sürecine bir şekilde katkımız olacağını ve bunun değerli olacağını da bilelim. Ekip böyle bir şeydir, herkesin kuvvetli tarafı farklıdır, herkesin katkısı değerlidir.
Bu nedenle eğer ihtiyacımız varsa o güne kadar hiç destek istemediğimiz arkadaşlarımızdan dahi destek isteyebilir, ev ortamının bizim ve çocuğumuz için daha sağlıklı olması için yardım alabilir, böylelikle çocuklarımızın iyi olması için gereken davranışları sabırla, hoşgörüyle gösterir hale gelebiliriz. Bundan çekinmeyelim, kırılgan olduğumuzu, korktuğumuzu, geleceğe dair belki endişelerimiz olduğunu kabul etmekten dolayı mahcup hissetmeyelim.
İnsanlar ilişki içerisinde hastalanırlar, ilişki içerisinde iyileşirler ve insanın yönü her zaman gelişmeye, düzelmeye ve iyileşmeye dönüktür. Şefkatin hoşgörünün, sevginin kendini göstermesinin çok farklı biçimleri, çok farklı yolları vardır. Şefkat, hoşgörü ve sevgi iyileştiricidir ve böyle dönemlerde de en çok ihtiyacımız olan şeyler bunlar. Hem çocuklarımız, hem de bizim için.