Sevdiklerimizi kaybettiğimizde geride kalanlar olarak yaşamımıza devam ederken ya da devam etmeye çalışırken alt üst olan duygusal, fiziksel ve ruhsal dengemizi geri kazanabileceğimize ya da farklı bir dengeye kavuşacağımıza inanmayız, hatta bunun farkına varamayız. Çünkü, artık yaşamımız bilmediğimiz bir yerden devam etmektedir. Kendimize, çevremize yabancılaşırız. Ayrıca kaybettiğimiz kişinin yokluğunu kabullenmeye ve onlarsız yaşamaya devam etmek için içsel bir kararlılık oluşturabilmemiz de güçtür. Yas tutmak; ölümle gelen ve diğer tüm kayıpların ardından yaşadığımız, insanlığın ortak ve en zorlu deneyimidir.
Geçtiğimiz son yirmi yılda, ölümle ilgili kaybın ardından gelen yasın ve genel olarak kayıp deneyiminin anlaşılmasında yapılan çalışmalarda çarpıcı bir değişim yaşandı. Tarihsel, geleneksel ve kalıp yargılara dayanan varsayımlar değişti. Kayıp deneyimini şekillendirip kayba uyumu etkileyen çoklu bağlamları vurgulayan yeni perspektifler ortaya çıktı. Yas tutan kişinin biricikliğini, yas tutmanın dinamik ve uyumcu doğasını, anlamı yeniden inşa etmenin ve bilişsel süreçlerin rolünü ayrıntıları ile açıklayan araştırmalar arttı. Bunları konuşup tartışarak, yasın gizemli kapsayıcılığını ve kendine özgü işleyişini artık daha iyi anlıyoruz.
TOPLUMSAL CİNSİYET, EŞİTLİK VE ÇEŞİTLİLİK
Bilinçli ya da bilinçsiz, toplumsal cinsiyete dair önyargılar, kadınları yaşamın her alanında fırsat eşitliğinden alıkoyar. Kadınların kariyer başmaklarını çıkmalarını, işe alınmalarını, terfi ettirilmelerini, yeterliklerine güvenilmesini, ciddiye alınmalarını ve hatta sözlerinin dinlenmesini engelleyen bu ön yargılardır. Bilinçsiz ve köklü ön yargılar, pek çok toplumda o kadar yaygın ve benimsenmiştir ki, onları fark etmek her zaman kolay değildir ve dolayısıyla mücadele etmek de bir o kadar zordur.
Toplumsal cinsiyet eşitliği, sürdürülebilir kalkınmanın sağlanması için esas olan temel bir insan hakkıdır. Ayrıca, toplumsal cinsiyet eşitliğinin insani potansiyellerinin tamamını barışçıl bir biçimde gerçekleştirebilen toplumlar oluşturulması açısından da kilit bir rolü vardır.
BELİRSİZLİK KARŞISINDA GÜVEN OLUŞTURMAK
Yaşamımızdaki pek çok şey karmaşık olsa da, tahmin edilebilirdir. Bilim ve yenilikçi keşifler, yüzyıllardır dünyayı daha öngörülebilir bir yer haline getirmekte. Bu nedenle, insanlar öngörülebilirliği seviyorlar ve buna yatırım da yapıyorlar. Ancak belirsizliği ortadan kaldırmaya yönelik tüm bu odaklanmaya rağmen, hiç kimse 2020'nin bir virüsün kapsamlı halk sağlığı ve ekonomik krizler yaratacak bir yıl olacağını öngöremedi. COVID salgınının ortaya çıkışı, dünyanın hala öngörülemez bir yer olabileceğinin hatırlatıcısı oldu.
Bilinmezliğin olduğu yerde açığa çıkan boşluğa belirsizlik diyoruz. Bilinmezlik arttıkça kontrol duygumuz ortadan kalkıyor. Eylemsizleşiyoruz. Çünkü herhangi bir eylemimizin sonucunu tahmin edemiyoruz. Bu hali ile belirsizlik zamana dair bir durum, yaşadığımız anda olanlara ve gelecekte olacaklara dair bir biliş oluşturamadığımızda, beklentilerimizi elimizden alan, hareket yeteneğimizi kaybettiğimiz sonu olmayan bir zaman algısı ortaya çıkıyor.
Ancak belirsizliğe katlanmadan onu yönetme şansını da yazık ki elde edemiyoruz. Belirsizlikle kuşatılmış bu günlerde bununla başa çıkmaya çalışırken özellikle de işimizde, yaşamımızda nasıl güven inşa edebileceğiz?
Güven, bir kişinin, genellikle savunmasızlık koşullarda, başka bir kişinin eylemlerinin adil ve dürüst olacağı beklentisidir, buna inanmaktır. Güven, daha az bilgisi, daha az gücü ya da karmaşık bilgileri işleme becerisi yetersiz olan bir kişinin, karar almaya çalışırken başka kişi ya da kurumlara yönelmesidir. Güven, sistem, kurum ve bireysel düzeyde inşa edilen; ilişkilerimiz, eylemlerimiz, başkalarından beklentilerimiz gibi yaptığımız her şeyi birbirine bağlayan bir bağ dokusudur. Bu bağ dokusu ne denli güçlü ise, belirsizlikler karşısında o denli dayanıklı oluyoruz.